Bu aralar keyifler üst üste geldi. İstanbul kaçamağının ardından geçen haftasonu kız arkadaşlarımla dağa gittim.Aylar öncesinden gün belirlemiştik. Çalışan anneler olarak öyle yapmazsak hiçbir yere gidemiyoruz. Bormio dağ köyünü severim.Kayak sporu için epey meşhurdur.Köy olarak içinde ortaçağdan kalma yerler bile vardır. Bormio'ya defalarca gittim ve kayakta yaptım ama on sene önce oranın kaplıcalarını keşfettik. Annem kayak yapmadığı için bir sene o da yanımda iken değişik bir şey yapalım diye arkadaşlarım kayarken biz bu kaplıcalara gitmiştik. O zaman bazıları dalga bile geçmişlerdi benimle 'kayak yapmak varken kaplıcalara gidiyorsunuz diye'. On sene geçti bizim Italyan grubun vazgeçilmez durağı oldu. Şimdi ben herkese' ya gördünüz mü!' diyorum gülerek. Arkadaşların orada kiralık evi var, her sene bir kere kızlar grubu bir kere de erkekler grubu gidiyoruz kalmaya.Ben senelerdir oraya gittiğimde sadece kaplıca keyfi yapıyorum. Kayağın pabucu dama atıldı desem!
Cuma öğleden sonra üçbuçuk gibi yola çıktık. Yediden beş kişiye düştük diye tek araba gittik.Milano'dan ikibuçuk saat sürer genelde ama hep trafik vardır tek şeritli yolunda. Bu sefer dört saat sürdü. Vardığımızda geberik halde idik ve bizi sulu kar karşıladı.Berbattı ama moralimizi bozmadık. Hemen kaplıcalara gidip ertesi gün için masaj seansı ayırttık. Sonra eve gittik,biraz yerleşip hemen kendimizi sokağa attık. Paskalya bayramı öncesi olan haftasonu olduğu için boştu köy.Bildiğimiz barımıza gittik.Tek masa bizdik. Yörenin kırmızı şarabından açtırdık. Ortaya tahta tabaklarda yörenin peynirlerinden seçmeler ve salam,prosciutto,pancetta yani bacon,speck söyledik. Taze ekmek ile hepsine saldırdık. İki şişe şarabı devirmişiz. Yürüyerek evimize döndük. Mutfağa yanmayan şöminenin karşısına oturduk. Kadınlar bir arada olunca ne olur? Laf lafı açar. Saat üç gibi artık susup yatmaya karar verdik. Böyle kız arkadaşlar ile keyifli sohbetler tam terapi valla.
Sabah uyanınca evde hızlı bir kahve içip Bormio sokaklarında yürüyerek Cafe bar'a geldik.Cappuccino ve brioches ile tipik kahvaltı keyfi yapmaya.Genelde cappuccino üstüne toz kakao dökerler,dağ köyü tabii tarçın vardı,hemen ektirdim cappuccino'ma.
Dağ yollarını arabayla tırmanarak tepede bulunan kaplıcalara gittik. Bu kaplıcalar yeni ve eski bölüm olarak ikiye ayrılıyor. Biz yeni kısmına gittik. Bu kısmın oteli eski hali aynı bırakılarak restore edildi ve 30 sene kapalı kaldıktan sonra yeniden açıldı.Kuruluşu 1836 yılına dayanıyor. Buradan ingilizce olarak bu kaplıca thermal spa resort'ları hakkında okuyabilirsiniz.Kuzey Italya'ya yolu düşen ve zamanı olanlara şiddetle tavsiye ederim. Bende hemen kaplıcaların girişinin yanında olan otelin resmini koyuyorum. Biz 2004 Ocak ayında eski kaplıcalar olarak adlandırılan Bagni Vecchi Otelinde kalmıştık.Orası da ayrı keyifli. İki kaplıca tesisi de 48 saat önce yer ayırtmak kaydı ile dışarıdan gelenleri kabul ediyor.Otellerde kalanlar devamlı giriş ve kullanım hakkına sahip hatta gece bile girebiliyorlar belli bir saate kadar.Otelde kalmanın en güzel yanı odadan bornoz ile çıkıyorsunuz ve bütün gün bornozla kalıyorsunuz. Otelin barı veya restoranına bile öyle gidiliyor.
Girer girmez size dolap anahtarı bir bornoz,bir büyük havlu ve terlik veriyorlar.
Dolaplara eşyaları kitleyip anahtarı bilezik gibi takıp kendinizi bu muhteşem tesisin keyifli sıcak sularına bırakıyorsunuz. Bu sular benim girdiğim en iyi kaplıca suyu. Bir kere kükürt yok ve kokusuz.İçinde alkalin,sulfat olan bir madensel,mineral su. Nitekim çeşmelerden ılık akıyor ve içebiliyorsunuz. 36-42 derece ve kışın buz yağmur suyunun girmesine izin vermediği için daha sıcak.Direk dağdan çıkıyor ve havuzlara veriliyor yani artezyen değil.Bir ara fotoğraf makinamı dolaptan alıp içerideki iki havuzun resmini çektim.Buhardan pek gözükmüyor zaten. Link verdiğim internet sitesinde bilgiler ve bol resim var.Zaten devamlı bornoz çıkarıp,askılara asıp değişik havuz veya hidromasajlı kısımlara ya da saunalara girdiğimiz için makinamı cebinde bırakmam tehlikeli olurdu. İlk bölüm kapalı hidromasajlı havuzların yanısıra bir oda da küçük türk hamamı dedikleri aşırı buharlı oda vardı ve çok sert çağlayan gibi suların aktığı bölüm vardı. Orada ayakta durup belime ve boynuma o suların akıp doğal masaj yapmasına bayılıyorum. Ara ara değişik boy saunalara var. Bunlara birkaç defa 5 dakika girip ısındık sonra 10 dakika kalmaya başladık.Birinde saat 1230'yapılan özel aktiviteye katıldık. Bir görevli kömürlerin üstüne buz atıyor ve bu içerideki sıcaklığı daha da artırıyor.Ardından buzların üstüne esans atıyor. Önce çam esansı attı. Bu koku etrafa yayılıyor ve her yer buhar oluyor.Elindeki havluyu buhara sallıyor ve yönlendiriyor ve oturanların üstüne çeviriyor. Yoğun çam kokusu ile çok sıcak buhar size çarpıyor. Tabii tansiyon veya başka problemleri olanlar buna dayanamaz. Bana bile o an 'ayy çok sıcak' deme isteği geldi. Birkaç saniye ara veriliyor,buhar azalıyor.Sonra kömür üstüne yine bol buz ve bu sefer salvia ( italyanların yemekte çok kullandıkları bir bitki, bir çeşit adaçayı ama aynı değil) esansı ve yine aynı işlem havlu ile. En son okaliptus kullandı. Tabii burunlar da inanılmaz açıldı.
Bu seans sonrası ara verdik. Değişik dinlenme ve rahatlama odaları var. Orada bornozlar ile şezlonglara yatıp isterseniz üzerinize battaniye örtüyorsunuz. Ya dergi,gazete okuyabilirsiniz ya da biraz kestirebilirsiniz. Genelde çok sessiz yerler ve çok hafif müzik çalıyor ve istediğiniz kadar tisana içebilirsiniz. Tisana alabileceğiniz otomotik makinalar havuzların arasında da var.
Bu odalarda dağ manzarasına bakıp biraz gevşedik.
Sonra güneş çıktığı için biraz dışarıdaki havuzlarda keyif yaptık.Hemen oraları da çekiverdim.
Ardından otelin cafe'ye gidip orada elma suyu içtik süper ve yuvarlak çavdar ekmeği yedik arasına speck ve peynir koymuşlar. Strudel ile tamamlamayı da unutmadık. Çok keyifli bir mekan bayağı bir oturup sohbet ettik.
Baktık saat üç olmuş iç kısmın ikinci katındaki kromoterapi havuzları ve saunaları yaptık,duvar ve yer püskürtmeli sulardan geçtik.Hepsinin resim ve anlatımları var sitede. Burada özel bir bölüm var ben hiç yapmaya cesaret edemez ve hep yarı yoldan dönerdim,bu sefer yaptım. Altı iri taş kaplı kanal gibi bir yere giriyorsun. İlk etap sıcak su ile dolu,yürüdükçe su soğuyor ve en son bölümde dondurucak kadar soğuk oluyor. Bu elips şeklinde olan kanal gibi havuzu 5 kez dönerek yürümen lazım.Su dizkapaklarına kadar ulaşıyor. Bu aktivite kan dolaşımına acayip iyi geliyormuş. Ben buz gibi soğuk suyun olduğu kısımda bayağı bağırdım yürürken ama kesintisiz 5 kez döndüm bu sefer. İsmi Merkür yolu veya Kneipp course. Bu katın sonu geniş bir dış havuza açılıyor. Bu havuzun içindeki sezlonglarda keyif yaptık ve dışarıda resmini gördüğünüz alanda bulunan çamur havuzuna girdik. Orada bulunan çamurlardan her tarafımıza sürdük ve icinde sauna olan tahta eve girdik.Geniş ve çok sıcak değil.Yavaş yavaş tüm çamur üstünüzde kuruyor. Sonra yeniden ılık çamur havuzuna girip sertleşmiş çamurları eritip biraz temizliyorsunuz ve en son dişarıda ılık su ile duş yapıyorsunuz. Bu güzellik kürünü de yaptık ve rüzgar sert esmeye başlayınca içerideki havuzlara döndük. Gruptan ben ve bir arkadaşım biraz erken ayrılıp duşumuzu aldık ve masaj için hazırladık. Beş gibi o stone masajına ben ise ayurvedik masaja girdim.İlk defa denediğim bu masaja bayıldım.Türk google'da türkçe nasıl denir diye ararken ekşi sözlükteki bir tanımı gördüm. Çok hoş aynen kopyalıyorum. 'Yaşam bilimi anlamına gelen ayurveda, eski bir hint sistemi olan yoga’ya dayanır. bitkisel yağlarla yoga esneme hareketleri birlikte kullanılır. adaleleri gevşetip, eklemleri açar, kan dolaşımını hızlandırarak toksin atılımını sağlar.' Aslında ayurveda tercümesi yaşam bilimi ama tanımı alternatif sağlık sistemi.Masaj tam ekşi sözlükte anlatılan gibiydi. İnanılmaz keyif aldım ve ruhumun yükseldiğini hissettim.Aynen yoga kursunda gevşeme anında hissettiğim gibi. Hareketler çok yavaş; yüze,ayaklara ve kafaya da masaj yapıyor. Ondan çok sevdim. Yağ ile devamlı saçlarımı en tepeye kadar çekti durdu. Bu tüm kötülükler ve toksinlerden arındırırmış. Bayıldım. Bu arada masajı yapan kadın Arjantinli idi:)
Masajdan uçmuş halde çıkıp dışarıda manzaraya bakıp bizi bekleyenler ile buluştuk. Tiryakiler sigara içti,ben bol portre ve manzara fotoğrafları çektim.
Saat altıbuçuk olmasına rağmen dağlarla çevrili olduğumuz için hava kararmaya başlamıştı. Ay da çıkmıştı. Çok severim ayı ben mutlu oldum.
Akşam dışarıda yemek için yerimizi meth edilen Ristorante Al Filo' da ayırtmıştım.Bormio'da ortaçağdan kalma yapılar var boşuna demedim. Bodrum katında olan bu taş mekan,600 yıllarından kalma bir ahır ve samanlık.Çok kalabalıktı ve masaların boş olduğu bir bölümü yakaladığım an hızlıca çektim fotoğrafları ondan net çıkmadı ama olsun.
Çok güzel bir yemek yedik.Herkes önden yörenin meşhur makarnası pizzocheri ısmarladı.Karabuğday unundan yapılan bu makarna sonra kıvırcık lahana,küp halinde patates ve o yörenin Valtellina Casera peyniri ve tereyağ ile karıştırılıyor. Tabii lahana ve patatesler makarnanın suyu ile pişiyor.İnanılmaz lezzetli bir makarna. Ben iki ay evvel evde yaptım ama blogda tarifi yazmadım sizler o makarnadan bulup yapamazsınız diye.
O kaba tadlı ev makarnasına tereyağına bulanmış lahana,patates ve erimiş peynir tadlarının birleşimi harika.Yanında kırmızı şarap. Ohh üç tabak yerdim valla. Bu makarnaya başka otlar veya ıspanak katan tariflerde var. Arkadan beş yerine ortaya iki porsiyon et söyledik. İzgara baston adı verilen bu yemekte ortaya gelen çubuğa domuz,geyik ve dana eti sarılmıştı. Kızarmış hafif baharatlı etleri ısırırken aklıma döner gelmedi desem yalan olur.Kaliteli parça döner tabii.Muhteşemdi ; bilhassa geyik ve dana etleri. Ben domuz eti sevmiyorum bana kokuyor. Sadece salam,speck,bacon veya jambon gibi soğuk etlerde seviyorum. Bol ekmek ve iki şişe şarabın ardından tatlıya yer kalmadı. Eve döndüğümüzde geceyarısını geçmişti ve arkadaşlardan birinin doğduğu güne girmiştik.Ondan hemen evde bulunan şampanyayı açıp kutladık.Gül,ağla,iç,felsefe yap derken yine üçte yatmışız.
Ertesi gün geçmiş yıllarda olduğu gibi Bagni Vecchi yani bahsettiğim ilk açılan kaplıcalara gidecektim ama önceden yer ayırtmadığım için yer bulamadım.Zaten ikinci gün ben hep yalnız giderdim,kimse gelmezdi.Bu seyehatte kız arkadaşlarımla köyde kalmayı tercih edip yukarı kaplıcalara çıkıp kapıdan bile şansımı denemedim. Sabah cafe bar'da kahvaltı ritueli sonrası dükkanları dolaştık.Sabah hepsi açıktı.Piazza'ya gittik. Dükkanlar kapanınca bir yerde sandviç yedik. Konuş konuş derken yine üç gibi dükkanlar açılınca biraz daha dolaştık. Saat beşe doğru Milano'ya doğru yola koyulduk. Yine dört saatte vardık. Bu gidiş geliş yolları bizi bitirdi ama kız kıza bol sohbetli güzel bir haftasonu geçirmek hepimize yaradı.
31 Mart 2010 Çarşamba
22 Mart 2010 Pazartesi
İstanbul 19-21.03.2010
Güzel bir gezi daha bitti. Kısa ama hoş bir İstanbul kaçamağı. Koşuşturmadan.. Bir şehiri çok defa gördüyseniz eğer birkaç günlüğüne gidince az yeri tadına vararak gezebiliyorsunuz. İlk defa bir şehire gidince kişi elinde olmadan her yeri görme telaşına düşüyor ama iyi biliyorsa sakin davranıyor. Psikolojik bu.Keşke her şehiri birkaç defa ziyaret etme şansına sahip olsak. Hele büyük şehirleri.
İtalyan Türk dostluk derneği akşam yemeğinde piyango almıştık ve İstanbul iki gece konaklama bize çıkmıştı. Yazmıştım ve kurayı çeken kızımdı:) Üç ay geçiverdi ve seyehat günü geldi. 19 Mart Cuma günü sabah sekizbuçuk uçağı ile çocuksuz hareket ettik. Uzun zamandır başbaşa seyehat yapmamıştık. Saat birbuçuk gibi Sirkeci'deki otelimize vardık. Otel matah değildi ama nasılsa ikram diye sorun etmedik. Sonuçta oda,dolap ufacık da olsalar temizdi ve otelin yeri çok merkezde. Old City yani eski İstanbul'daki önemli yerlere yürüme mesafesi ya da 1-2 tramvay durağı. İki üç gün kalmak için idare eder. Yerleşip hemen kendimizi dışarı attık. Yürüyerek Sirkeci meydanına indik sonra yavaş yavaş Galata Köprü'sünü geçtik. Hava güneşliydi ve tabii balıkçılar sıra sıraydı. Hep merak ederim bu adamlar kimdir? İşşizler mi? Aileleri var mı? Bayağı balık avlamış olanlar vardı içlerinde ama öyle kovasız birşeysiz oltasını atmış bekleyenlerde vardı:)
Köprüyü yürüyerek geçmeyeli yıllar olmuş.Pek keyif aldım. Ardından merdivenleri çıkarak Galata Meydanı'na ulaştık. Ara sokaklardaki dükkanlara dışarıdan baktım. Gelmeden değişen Galata mahallesi ve dükkanları hakkında yazılar okumuştum. Pek alışveriş havamda değildim. Birde Milano ve Alaçatı'dan o kadar çok değişik dükkanlara alışığım ki ; bu trendy dükkanlar çok hoş olsa bile bana fazla çekici gelmiyor. Ben almadan da bakmayı severim ama yanımda bu tip şeylerden hiç hoşlanmayan eşim olunca işler değişiyor. Sanırım dükkanlar karışık olarak dağılmış,yavaş yavaş gezip keşfetmek gerekiyor.
Ara ara resimleri çektim. Eminim birkaç yıl sonra buraları dükkan dolacak. Oraya ait, mahallelinin dükkanları da yaşamalı. Alaçatı içinde hep bundan korkarım.Umarım bozulmaz Galata.
Meydana çıktık ve Kiva Han'ı aramaya başladık.Kime sorsan bilmiyordu. İnanamadım çünkü meşhur bir cafe restoran ve herkes bilir diye düşünmüştüm ama mahalleli bilmiyordu,dükkan sahipleri de!! En sonunda bir börekçi yardım etti. Meğer meydanın arkasında imiş.
Saat üçe geliyordu ve güneş sımsıcak yüzümüzü okşuyordu.Tabii dışarı oturduk. Kafamızı kaldırınca tüm ihtişamı ile Galata Kule'si karşımızdaydı.
Kiva Han'ı arkadaşım tavsiye etti ona buradan teşekkür ediyorum. Bayıldım. Italya'ya yerleştiğimden beri Türk,Anadolu,Osmanlı yemekleri yapan kaliteli restoranlar açılmalı, bırakın şu Italyan yemekleri yapan yerleri açmayı demekten dilimde tüy bitti. Burası tam benim istediğim bir yer. Otantik ev yemekleri var ve çok hoş bir mekan.
Dayanamadım ve üç çeşit etli yaprak sarma söyledim. Acılı vardı, içinde kuru bakla olan, sanki kimyon olan. Hepsi birbirinden lezzetli idi. İncecik sarılmış ve yanında iki çeşit inanılmaz kaliteli yoğurt geldi. Önden ısırgan otlu çorba söyledim,o da süperdi. Eşim ise beyaz pilav üstü kuzu eti istedi. Tattım hemen.' aman ne et o?' Ağızda dağılıyor ve hiç kokmuyor.Tatlı için değişik birşey denemek istedim ve Teleme adında bir tatlı söyledim. Soğuk bir krema düşünün içinde süt,ceviz ve incir vardı.
Güneş bizi ısıtırken keyifli yemeğimizi kahve ile tamamladık ve hemen kuleye çıkmaya karar verdik. Ben geçen sene müşterimle geldiğimde ilk defa cıkmış ve yazmıştım. O zaman gün batarken çıkmıştık,çektiğim fotoğraflar başka bir güzeldi. Bu sefer Haliç ve Boğaz'ın yanısıra aşağıları da çekeyim dedim. Alın size Kiva Han'ın olduğu meydanın tepeden görünüşü ya da Karaköy'e inerken dar sokakların arasına sıkışmış kilisenin kuşbakışı hali ya da aralara sıkışmış sanırım eski bizans kalıntılarının görünüşü. Yürürken bunları görmek zor zaten. Kuleye çıkınca manzaraya bakmaktan çoğu zamanda şöyle bir aşağı bakmayı ihmal ediyor insan. Bu sefer kulenin içindeki avizeyi bile çektim vallahi.
Dayanamayıp birkaç manzara fotoğrafı da çektim.
Kuleden inince daha fazla dolaşmadık ve tekrar yürüyerek aşağı indik.Ben Beyoğlu'na tırmanır sonra yine geri yürürdüm aslında ama koca sözü dinledim. Koşturmadan sakin gezme:) Bu sefer köprünün altından yürüdük.Kafeler ve balık restoranları ile dolu. Biz konuşmasak bile hemen İtalyanca konuşuyorlar bende atlayıp Türküm diyorum.Birine 'yanımdaki İtalyan ama onunla konuşmadım bile, nereden uydurdunuz' dedim. Bana' abla emin ol valla kesin sana İtalyan derdim' dedi.Nerden belli diye sordum.Giyiminden demez mi? Bu bana daha önce de oldu. Benim gibi giyinen Türkler o mahallelerde yürümüyorlar tevekkeli!! Tamamen psikolojik bence..Neyse bol bol güldük. Köprüdeki balıkçıların ağları aşağı sarkmış ve biz altlarından yürüyoruz, öylesine hoştu ki. Birkaç defa çektim sanırım bu fotoğraflarda çıkmış. Güneş yüzünden belli olmuyorlar çoğu zaman.
Eminönü Cami'sinin yanından Mısır Çarsısına girdik,dolaştık. Her şeyi almak ve yemek istiyor insan.Baharat kokuları iştah açıyor. Lokumlar,kuru yemişler,çaylar. Ben üniversitedeyken de gidip dolaşmayı severdim bu çarşıda. Kendimi iyi hissediyorum burada.
Bab-ı Hayat lokantasına girip baktık. Muhteşem ama saat beşti yemek servisi yok, baklavalar bitmiş.Bir dahaki sefere artık. Pandeli'ye gittim burayı da denemek isterdim. Diğer kapıdan çıktık ve tanımadığımız sokaklardan arkadan Sirkeci'ye yürüyelim dedik.
Cağaloğlu'na gelmişiz bakına bakına.Orada bir kırtasiyenin vitrininde eşim uzun zamandır aradığı 70'li yılların kalemtraşlarından gördü ve hemen daldı dükkana.Baba ve oğulun işlettiği bu mis kokulu kırtasiye dükkanında uzun süre kaldık. Çocukluğumu anımsatan bir sürü şey gördüm.İsmini unuttuğum turuncu mavi plastik yapışkanlardan bile vardı. Eşim karakalem çizime meraklı olduğu için oradan kendine bir sürü kalem ve taşımak için özel kalem kutusu aldı ve tabii çocuklara bu enfes kalemtraşı. Eve gelince denedik hemen ve tabiiki inanılmaz açıyor.
Italya bilhassa Milano'da bu tarz dükkanlar çok azaldı. Umarım Türkiye'de ayakta kalabilirler.
Böyle yerlerin keyfi başka oluyor. Tepelere kadar raflar var ve hepsi dolu.Acaba dükkan sahipleri en üstlerde ne var hatırlıyorlar mı? Geçmişten unutulmuş mallar var mı oralarda? Senelerdir en üst katlarda uykuda olan? Bu tip yerlerde hemen aklıma bu gelir.
Akşam profesyonel turist rehberi olan çok yakın dostum bir geceliğine İstanbul'da olacağı ve turun başlangıç tarihini bana göre ayarladığı için onun ve bizim otele yakın Eminönü'deki Zinhan Kebap Restoranı'nda buluştuk. Otele eşyaları bırakıp,ışıklandırılmış camilerin güzelliğine baka baka oraya yürüdük. Yeni ayda vardı.
Zinhan'ın balkonu çepeçevre ve 360 derece manzara var. Tüm arkadaşlar sağolsun geldiler. Daha da çağıracağım arkadaşım vardı ama kendimi tuttum.Nitekim on kişi olmamıza rağmen herkes ile doya doya istediğim gibi konuşamadım ama tabii yine de hepsini gördüm ve çok güzeldi. Terasta sigara keyfi yapanlara bırakmama rağmen bende ince cigar içerek eşlik ettim.Pek keyifli idi.
Konuşmaktan yemekleri çekmedim. Buranın yeri çok uygundu bize ama ben sohbet yüzünden tam istediğim gibi yiyemedim. Kebap yemek isterken ona sıra gelince doymuştum.
Geceyarısı gibi herkes dağıldı, taksi ile rehber dostumun oteline gittik. Orada birer kahve daha içip biraz daha konuştuk çünkü onu pek göremedim. Ondan sonra sohbet ede ede ve güle güle otelden çıkıp Beyazıt'a kadar yürüdük,bizi geçirdi.Ondan ayrılıp tramvay yolunu takip ederek,Sultanahmet meydanını da geçip keyifle yürüyerek Sirkeci'ye otelimize döndük.
Sabah acele etmeden uyandık ve kahvaltı ettik.Ne yazık ki oteldeki kahvaltı pek başarılı değildi. Otelden beraber çıktık ve hemen ayrıldık. Ben Kapalıçarşı'ya; eşim öyle kafasına göre dolaşmaya ve yeni desen kalemlerini denemeye. Bensiz deniz müzesine gitmek istemedi. Onun iki küçük karakalem çalısmasını koyuyorum. Defterinden habersiz çektim. Çocukların yaptıkları çizimleri artık bloga koyuyorum ara ara,onun yaptıklarını niye koymayayım ki demi? Umarım kızmaz. Hatıra ama İstanbul'u hatırlatıyor çünkü.
Kapalıçarşı'ya Beyazıt kapıdan girdim ve dümdüz yürüyünce kendimi Şark Kahvesi'nde buldum.Kuzenim ile buluşacaktım,onu gelen geçeni izleyerek bekleyeyim dedim. Kahveye oturdum bir de kahve söyledim. Değişik insanları oturduğun yerden gözlemlemek o kadar zevkli ki . Her gün bu çarşıya yüzlerce insan geliyor ve haftanın altı günü hep kalabalık. İnanılmaz birşey zaten dünyanın en büyük ve en eski alışveriş merkezi olması boşuna değil.
Beni hep büyülemiştir ve gezmekten hiç bıkmam ve hala göreceğim,keşfedeceğim çok yeri var.
Yanıma bir bayan oturdu masa boş diye nedense hemen kaynaştık ve sohbete daldık.O ara kuzenim geldi. O da birşeyler içti ve falıma baktı. Yani bu rituel'de ihmal edilmedi:)) Bir süre sonra kalkıp kendimizi sokaklara attık.Önce geçen sene güzel deri ceketlerimi aldığım sevgili derici Pera'ya gittik. Hemen hatırladı sahibi.' OOOO merhabalar iki sene oldu valla' lafları ile karşılandım.Ben bir diyorum o valla iki diyor. Bir süre ne zaman gelmiştim kavgası oldu. Ceketleri yine süper. Hemen benim ceketimin fermuarından kopmuş bir aksesuarı yenileyip birkaç yedek verdiler.Ülkemin bu tip servislerıne hastayım. Ona bir vintage ceketimi bıraktım aynısını başka renk deri ile yapması için. Güven tabii. O an deri yoktu isteğime uyan, bende bıraktım. 'Aman süper deri pardesüm size emanet,çok özeldir' lafları ile ayrıldık. Ordan kumaşcılara geçtik. Kuzenimin baş dükkanına gidildi hemen. Eşarp yapmak için çok hoş pamukludan desenli parçalar ve ikat aldık. Sivaslı Istanbul Yazmacısı adlı bu dükkanda saatlerce kalabilir ve herşeyi satın alabilirdim. Sahibi İtalyanca birkaç kelime biliyor. Pek havalarda 'ben Gucci,Valentino'ya filan mal veriyorum' dedi.Kuzenim bu işlerden anlar bana doğrudur dedi. Italyan modacılar gelip buradan ilham almak için parçalar alıyorlarmış.O arada eşim ve çok sevgili bir kız arkadaşım aradılar ve onlar ile Şark Kahvesi'nde buluştuk,biraz oturup yine kendimizi takıcılar ve civar dükkanları gezmeye attık. Dericilerin orada hiç girmediğim dükkanlara girdim. Bu tahta tavanlı geniş sokaklar normal sokakların arkasında saklı idi.
Güle eğlene bir hayli dolaşıp en son Abdulla'ya uğradık. Sonra o meydanda yeni açılmış olan küçücük bir yere oturduk. İsmi Pasaj Cafe ve çok hoş.Dürüm yediler ben ise ızgara köfte. Önden özlediğim domates çorbası.
Kuzenim ve arkadaşımdan ayrıldık ve otelimize yine yürüyerek döndük. Ben biraz dinlenirken eşim onun bir Türkiye ritueli olan saç ve sakal traşına gitti. Memnun geldi yine pek güzel masajda yapmış berber. Akşam sekize doğru Maçka Parkı içinde olan eski Cahide'ye gittik. Adı yeni Al Jamal mı ne olmuş. Sekiz kişi çok eğlendik. Zaten yuvarlak çok hoş bir mekan. Mezeler ve yemekler enfes. Müzikler türk pop,fasıl,yabancı pop karışık çalıyor. Gösteriler ilginç ve eğlenceli. Çoğu zaman erkekler şov yapıyor tabii.. Sonuçta bir drag queen cabaret burası. Tavsiye ederim. Kısa çekimler yaptım rahat yüklemek için buraya. Birde önümden hep garsonlar geçiyordu. Videonun bütünlüğü bozuluyor o zaman. Kadın dansözler ilk Sezen Aksu'nun arabeskimsi oryantel parçası 'Dansöz Dünya' ile çıktılar. Pek severim o parçayı; bende böyle bir şova pek yakıştırırdım kafamda hep.
Değişik şovlar ile çok defa çıktılar sahneye. Başarılı erkek dansöz kadar daha komik şişman daha çok esprili şovlarda çıkanları da vardı.
Masamızın yanına gelen ve iyi oynayan erkek dansözü çektim. Arkadaşım masamızın üstüne çıkarınca bıraktım. Masa üstünde ve bizimle oynadı, eşime bile para yapıştırttılar. Hadi bayan dansöz neyse ona para yapıştırdı birde erkeğe yapıştırmak zorunda kaldı. Ona bende para koydum. Güldük bol bol...Onun ayrı mumlu dansı da iyiydi.
Şovlardan sonra bizde masaların yanında bayağı bir dans ettik. Oryantalde çaldı biraz da revival. İyiydi. Herhalde iki gibi anca otele vardık ve yorgun kendimizi yatağa attık.
Sabah dokuza kadar uyuduk yine acele etmeden kahvaltı ettik ve valizleri hazırladık,odamızı terk ettik. Valizleri resepsiyona bırakıp Cağaloğlu Hamamı'na yürüdük.Saat 11'i çeyrek geçe ben kadınlar kısmına, eşim erkekler kısmına adımını atmıştı. Ben hayatımda ilk defa Çemberlitaş Hamamı'na gitmiştim ve bayılmıştım. Kendi kendime niye bunca zaman Istanbul'da hamam keyfi yapmadığıma kızmıştım. Bir daha kısmet olmadı ta bugüne kadar.
Kendimi o büyülü ortama bıraktım ve tabiki fotoğraf çekmedim.Haliyle hamama peştemal dışında başka birşeyle giremiyorsunuz. Göbek taşına şöyle bir uzandım ve kendimi bıraktım. Benden ve kese yapan kadınlardan başka Türk yoktu. Yazık turist kadınlardan ilk defa gelenler mayolu idiler ama daha tecrübeliler hemen davranışlarından ve rahatlıklarından belli oluyordu.
Ahh o kadar iyi geldi ki. Bir süre deyimi ile kir kabarttıktan sonra tatlı bir hanım beni bir güzel keseledi sonra da saçlarımı yıkadı ve taradı. Üstümden bol bol su döktü. Arınmış bir halde,gözeneklerim tam açık tekrar göbektaşının o ılık mermerine uzandım. Arada gözlerimi kapayıp,arada kubbenin deliklerinde sızan güneş ışığına bakarak öyle bir kırk dakika uzanıp kalmışım. Şırıl şırıl su ve o sıcak huzurlu ortam içinde insan hem kendine dönebiliyor hem de çok iyi kafa dinliyor. Yalnız olmamım etkisi de çok büyüktü tabii. Arada kalkıp serin su dökünüyor sonra yine uzanıyordum.Eşime iki saatı geçirmeyeceğime söz vermesem valla daha kalırdım.
Uçmuş vaziyette dışarı avluya çıktım. Eşiniz çıkmadı dediler bende bir okkalı kahve söyledim beklerken. Meğer çıkmış dışarıda güneşte oturuyormuş! Ben kahvemi bitirince otele döndük. Ikimizde pek keyifliydik. Valizleri aldık bir taksiye atladık doğru KuruÇeşme'ye indik. Ortaköy'e gelmeden trafik tıkanınca bizi tepeden indirdi. Ben orada taksi şöförüne kanıp sanki Kuruçeşme pek yakınmış gibi Ortaköy'e yaklaşınca inelim,yürürüz dedim. Şöför de beni destekledi ve inmiş bulunduk. Ama restoran Galatasaray adasının karşısı ve ben ilk defa gittiğim için tam mesafe ayarı yapamadım. Mecbur yürüdük!! Git git bitmez.Aslında yol çok değil ama valizler ile daha zor oldu.Ortaköy sonrası hemen yol açıldı. Hadi ben' tekrar taksiye binelim' diyorum, eşim 'senin aklına uyup indik. yürü bakalım çek cezanı' diyor. Ben önde o arkada trolley'leri çeke çeke yürüdük:). Sonunda parka ulaştık ve sevgili Atatürk'ün yatını gördük.
Ardından restorana vardık. Valizleri bırakıp hemen deniz kenarında bir masaya yerleştik.Saat üç olduğu için restoran boştu ve kendi kendimize çok keyifli bir yemek yedik. Boğaz tabii hareketli idi. Geçen bir sürü mavna,tekne,şilep ve boğaz gezi vapurunun yanısıra bize martılar ve deniz ördekleri eşlik ettiler.Restoran deniz üstünde tabii hepsi dibimizde. Ben yine bu bölgedeki Parkfora ve Mavi Yeşil balık restoranlarında da yemek yedim. Ama Marina Restoran'ı çok beğendim. Diğerleri çok daha büyük ve denizin dibi olmalarına rağmen yapı itibarı ile denizden çok daha uzak gibiler.
Beyaz peynir,hamsi,sarma,zeytin ve enginar dışında meze istemedik. Soğuk bira eşliğinde onları yerken balığımız pişti. Laos önerdiler. İki kiloya yakın balığımızı ızgara yaptırdık. Salata bile almadan doya doya balık yedik. Süperdi.
Bu son Türkiye yemeğimi özlediğim kaymaklı ayva tatlısı ile noktaladım. Sonra yavaş yavaş havaalanına gittik trafikte yoktu. Biraz erken varınca bari özlediğimiz Starbucks kahvesini içelim dedik ve birer cheesecake patlattık. Orada keyif yapıp gazetelerimizi okuduk. Sonra da uçağımıza binip evimize döndük. Bu kısa gezi de böyle son buldu ama tadı damağımızda kaldı. Bir süre idare eder bizi.
İtalyan Türk dostluk derneği akşam yemeğinde piyango almıştık ve İstanbul iki gece konaklama bize çıkmıştı. Yazmıştım ve kurayı çeken kızımdı:) Üç ay geçiverdi ve seyehat günü geldi. 19 Mart Cuma günü sabah sekizbuçuk uçağı ile çocuksuz hareket ettik. Uzun zamandır başbaşa seyehat yapmamıştık. Saat birbuçuk gibi Sirkeci'deki otelimize vardık. Otel matah değildi ama nasılsa ikram diye sorun etmedik. Sonuçta oda,dolap ufacık da olsalar temizdi ve otelin yeri çok merkezde. Old City yani eski İstanbul'daki önemli yerlere yürüme mesafesi ya da 1-2 tramvay durağı. İki üç gün kalmak için idare eder. Yerleşip hemen kendimizi dışarı attık. Yürüyerek Sirkeci meydanına indik sonra yavaş yavaş Galata Köprü'sünü geçtik. Hava güneşliydi ve tabii balıkçılar sıra sıraydı. Hep merak ederim bu adamlar kimdir? İşşizler mi? Aileleri var mı? Bayağı balık avlamış olanlar vardı içlerinde ama öyle kovasız birşeysiz oltasını atmış bekleyenlerde vardı:)
Köprüyü yürüyerek geçmeyeli yıllar olmuş.Pek keyif aldım. Ardından merdivenleri çıkarak Galata Meydanı'na ulaştık. Ara sokaklardaki dükkanlara dışarıdan baktım. Gelmeden değişen Galata mahallesi ve dükkanları hakkında yazılar okumuştum. Pek alışveriş havamda değildim. Birde Milano ve Alaçatı'dan o kadar çok değişik dükkanlara alışığım ki ; bu trendy dükkanlar çok hoş olsa bile bana fazla çekici gelmiyor. Ben almadan da bakmayı severim ama yanımda bu tip şeylerden hiç hoşlanmayan eşim olunca işler değişiyor. Sanırım dükkanlar karışık olarak dağılmış,yavaş yavaş gezip keşfetmek gerekiyor.
Ara ara resimleri çektim. Eminim birkaç yıl sonra buraları dükkan dolacak. Oraya ait, mahallelinin dükkanları da yaşamalı. Alaçatı içinde hep bundan korkarım.Umarım bozulmaz Galata.
Meydana çıktık ve Kiva Han'ı aramaya başladık.Kime sorsan bilmiyordu. İnanamadım çünkü meşhur bir cafe restoran ve herkes bilir diye düşünmüştüm ama mahalleli bilmiyordu,dükkan sahipleri de!! En sonunda bir börekçi yardım etti. Meğer meydanın arkasında imiş.
Saat üçe geliyordu ve güneş sımsıcak yüzümüzü okşuyordu.Tabii dışarı oturduk. Kafamızı kaldırınca tüm ihtişamı ile Galata Kule'si karşımızdaydı.
Kiva Han'ı arkadaşım tavsiye etti ona buradan teşekkür ediyorum. Bayıldım. Italya'ya yerleştiğimden beri Türk,Anadolu,Osmanlı yemekleri yapan kaliteli restoranlar açılmalı, bırakın şu Italyan yemekleri yapan yerleri açmayı demekten dilimde tüy bitti. Burası tam benim istediğim bir yer. Otantik ev yemekleri var ve çok hoş bir mekan.
Dayanamadım ve üç çeşit etli yaprak sarma söyledim. Acılı vardı, içinde kuru bakla olan, sanki kimyon olan. Hepsi birbirinden lezzetli idi. İncecik sarılmış ve yanında iki çeşit inanılmaz kaliteli yoğurt geldi. Önden ısırgan otlu çorba söyledim,o da süperdi. Eşim ise beyaz pilav üstü kuzu eti istedi. Tattım hemen.' aman ne et o?' Ağızda dağılıyor ve hiç kokmuyor.Tatlı için değişik birşey denemek istedim ve Teleme adında bir tatlı söyledim. Soğuk bir krema düşünün içinde süt,ceviz ve incir vardı.
Güneş bizi ısıtırken keyifli yemeğimizi kahve ile tamamladık ve hemen kuleye çıkmaya karar verdik. Ben geçen sene müşterimle geldiğimde ilk defa cıkmış ve yazmıştım. O zaman gün batarken çıkmıştık,çektiğim fotoğraflar başka bir güzeldi. Bu sefer Haliç ve Boğaz'ın yanısıra aşağıları da çekeyim dedim. Alın size Kiva Han'ın olduğu meydanın tepeden görünüşü ya da Karaköy'e inerken dar sokakların arasına sıkışmış kilisenin kuşbakışı hali ya da aralara sıkışmış sanırım eski bizans kalıntılarının görünüşü. Yürürken bunları görmek zor zaten. Kuleye çıkınca manzaraya bakmaktan çoğu zamanda şöyle bir aşağı bakmayı ihmal ediyor insan. Bu sefer kulenin içindeki avizeyi bile çektim vallahi.
Dayanamayıp birkaç manzara fotoğrafı da çektim.
Kuleden inince daha fazla dolaşmadık ve tekrar yürüyerek aşağı indik.Ben Beyoğlu'na tırmanır sonra yine geri yürürdüm aslında ama koca sözü dinledim. Koşturmadan sakin gezme:) Bu sefer köprünün altından yürüdük.Kafeler ve balık restoranları ile dolu. Biz konuşmasak bile hemen İtalyanca konuşuyorlar bende atlayıp Türküm diyorum.Birine 'yanımdaki İtalyan ama onunla konuşmadım bile, nereden uydurdunuz' dedim. Bana' abla emin ol valla kesin sana İtalyan derdim' dedi.Nerden belli diye sordum.Giyiminden demez mi? Bu bana daha önce de oldu. Benim gibi giyinen Türkler o mahallelerde yürümüyorlar tevekkeli!! Tamamen psikolojik bence..Neyse bol bol güldük. Köprüdeki balıkçıların ağları aşağı sarkmış ve biz altlarından yürüyoruz, öylesine hoştu ki. Birkaç defa çektim sanırım bu fotoğraflarda çıkmış. Güneş yüzünden belli olmuyorlar çoğu zaman.
Eminönü Cami'sinin yanından Mısır Çarsısına girdik,dolaştık. Her şeyi almak ve yemek istiyor insan.Baharat kokuları iştah açıyor. Lokumlar,kuru yemişler,çaylar. Ben üniversitedeyken de gidip dolaşmayı severdim bu çarşıda. Kendimi iyi hissediyorum burada.
Bab-ı Hayat lokantasına girip baktık. Muhteşem ama saat beşti yemek servisi yok, baklavalar bitmiş.Bir dahaki sefere artık. Pandeli'ye gittim burayı da denemek isterdim. Diğer kapıdan çıktık ve tanımadığımız sokaklardan arkadan Sirkeci'ye yürüyelim dedik.
Cağaloğlu'na gelmişiz bakına bakına.Orada bir kırtasiyenin vitrininde eşim uzun zamandır aradığı 70'li yılların kalemtraşlarından gördü ve hemen daldı dükkana.Baba ve oğulun işlettiği bu mis kokulu kırtasiye dükkanında uzun süre kaldık. Çocukluğumu anımsatan bir sürü şey gördüm.İsmini unuttuğum turuncu mavi plastik yapışkanlardan bile vardı. Eşim karakalem çizime meraklı olduğu için oradan kendine bir sürü kalem ve taşımak için özel kalem kutusu aldı ve tabii çocuklara bu enfes kalemtraşı. Eve gelince denedik hemen ve tabiiki inanılmaz açıyor.
Italya bilhassa Milano'da bu tarz dükkanlar çok azaldı. Umarım Türkiye'de ayakta kalabilirler.
Böyle yerlerin keyfi başka oluyor. Tepelere kadar raflar var ve hepsi dolu.Acaba dükkan sahipleri en üstlerde ne var hatırlıyorlar mı? Geçmişten unutulmuş mallar var mı oralarda? Senelerdir en üst katlarda uykuda olan? Bu tip yerlerde hemen aklıma bu gelir.
Akşam profesyonel turist rehberi olan çok yakın dostum bir geceliğine İstanbul'da olacağı ve turun başlangıç tarihini bana göre ayarladığı için onun ve bizim otele yakın Eminönü'deki Zinhan Kebap Restoranı'nda buluştuk. Otele eşyaları bırakıp,ışıklandırılmış camilerin güzelliğine baka baka oraya yürüdük. Yeni ayda vardı.
Zinhan'ın balkonu çepeçevre ve 360 derece manzara var. Tüm arkadaşlar sağolsun geldiler. Daha da çağıracağım arkadaşım vardı ama kendimi tuttum.Nitekim on kişi olmamıza rağmen herkes ile doya doya istediğim gibi konuşamadım ama tabii yine de hepsini gördüm ve çok güzeldi. Terasta sigara keyfi yapanlara bırakmama rağmen bende ince cigar içerek eşlik ettim.Pek keyifli idi.
Konuşmaktan yemekleri çekmedim. Buranın yeri çok uygundu bize ama ben sohbet yüzünden tam istediğim gibi yiyemedim. Kebap yemek isterken ona sıra gelince doymuştum.
Geceyarısı gibi herkes dağıldı, taksi ile rehber dostumun oteline gittik. Orada birer kahve daha içip biraz daha konuştuk çünkü onu pek göremedim. Ondan sonra sohbet ede ede ve güle güle otelden çıkıp Beyazıt'a kadar yürüdük,bizi geçirdi.Ondan ayrılıp tramvay yolunu takip ederek,Sultanahmet meydanını da geçip keyifle yürüyerek Sirkeci'ye otelimize döndük.
Sabah acele etmeden uyandık ve kahvaltı ettik.Ne yazık ki oteldeki kahvaltı pek başarılı değildi. Otelden beraber çıktık ve hemen ayrıldık. Ben Kapalıçarşı'ya; eşim öyle kafasına göre dolaşmaya ve yeni desen kalemlerini denemeye. Bensiz deniz müzesine gitmek istemedi. Onun iki küçük karakalem çalısmasını koyuyorum. Defterinden habersiz çektim. Çocukların yaptıkları çizimleri artık bloga koyuyorum ara ara,onun yaptıklarını niye koymayayım ki demi? Umarım kızmaz. Hatıra ama İstanbul'u hatırlatıyor çünkü.
Kapalıçarşı'ya Beyazıt kapıdan girdim ve dümdüz yürüyünce kendimi Şark Kahvesi'nde buldum.Kuzenim ile buluşacaktım,onu gelen geçeni izleyerek bekleyeyim dedim. Kahveye oturdum bir de kahve söyledim. Değişik insanları oturduğun yerden gözlemlemek o kadar zevkli ki . Her gün bu çarşıya yüzlerce insan geliyor ve haftanın altı günü hep kalabalık. İnanılmaz birşey zaten dünyanın en büyük ve en eski alışveriş merkezi olması boşuna değil.
Beni hep büyülemiştir ve gezmekten hiç bıkmam ve hala göreceğim,keşfedeceğim çok yeri var.
Yanıma bir bayan oturdu masa boş diye nedense hemen kaynaştık ve sohbete daldık.O ara kuzenim geldi. O da birşeyler içti ve falıma baktı. Yani bu rituel'de ihmal edilmedi:)) Bir süre sonra kalkıp kendimizi sokaklara attık.Önce geçen sene güzel deri ceketlerimi aldığım sevgili derici Pera'ya gittik. Hemen hatırladı sahibi.' OOOO merhabalar iki sene oldu valla' lafları ile karşılandım.Ben bir diyorum o valla iki diyor. Bir süre ne zaman gelmiştim kavgası oldu. Ceketleri yine süper. Hemen benim ceketimin fermuarından kopmuş bir aksesuarı yenileyip birkaç yedek verdiler.Ülkemin bu tip servislerıne hastayım. Ona bir vintage ceketimi bıraktım aynısını başka renk deri ile yapması için. Güven tabii. O an deri yoktu isteğime uyan, bende bıraktım. 'Aman süper deri pardesüm size emanet,çok özeldir' lafları ile ayrıldık. Ordan kumaşcılara geçtik. Kuzenimin baş dükkanına gidildi hemen. Eşarp yapmak için çok hoş pamukludan desenli parçalar ve ikat aldık. Sivaslı Istanbul Yazmacısı adlı bu dükkanda saatlerce kalabilir ve herşeyi satın alabilirdim. Sahibi İtalyanca birkaç kelime biliyor. Pek havalarda 'ben Gucci,Valentino'ya filan mal veriyorum' dedi.Kuzenim bu işlerden anlar bana doğrudur dedi. Italyan modacılar gelip buradan ilham almak için parçalar alıyorlarmış.O arada eşim ve çok sevgili bir kız arkadaşım aradılar ve onlar ile Şark Kahvesi'nde buluştuk,biraz oturup yine kendimizi takıcılar ve civar dükkanları gezmeye attık. Dericilerin orada hiç girmediğim dükkanlara girdim. Bu tahta tavanlı geniş sokaklar normal sokakların arkasında saklı idi.
Güle eğlene bir hayli dolaşıp en son Abdulla'ya uğradık. Sonra o meydanda yeni açılmış olan küçücük bir yere oturduk. İsmi Pasaj Cafe ve çok hoş.Dürüm yediler ben ise ızgara köfte. Önden özlediğim domates çorbası.
Kuzenim ve arkadaşımdan ayrıldık ve otelimize yine yürüyerek döndük. Ben biraz dinlenirken eşim onun bir Türkiye ritueli olan saç ve sakal traşına gitti. Memnun geldi yine pek güzel masajda yapmış berber. Akşam sekize doğru Maçka Parkı içinde olan eski Cahide'ye gittik. Adı yeni Al Jamal mı ne olmuş. Sekiz kişi çok eğlendik. Zaten yuvarlak çok hoş bir mekan. Mezeler ve yemekler enfes. Müzikler türk pop,fasıl,yabancı pop karışık çalıyor. Gösteriler ilginç ve eğlenceli. Çoğu zaman erkekler şov yapıyor tabii.. Sonuçta bir drag queen cabaret burası. Tavsiye ederim. Kısa çekimler yaptım rahat yüklemek için buraya. Birde önümden hep garsonlar geçiyordu. Videonun bütünlüğü bozuluyor o zaman. Kadın dansözler ilk Sezen Aksu'nun arabeskimsi oryantel parçası 'Dansöz Dünya' ile çıktılar. Pek severim o parçayı; bende böyle bir şova pek yakıştırırdım kafamda hep.
Değişik şovlar ile çok defa çıktılar sahneye. Başarılı erkek dansöz kadar daha komik şişman daha çok esprili şovlarda çıkanları da vardı.
Masamızın yanına gelen ve iyi oynayan erkek dansözü çektim. Arkadaşım masamızın üstüne çıkarınca bıraktım. Masa üstünde ve bizimle oynadı, eşime bile para yapıştırttılar. Hadi bayan dansöz neyse ona para yapıştırdı birde erkeğe yapıştırmak zorunda kaldı. Ona bende para koydum. Güldük bol bol...Onun ayrı mumlu dansı da iyiydi.
Şovlardan sonra bizde masaların yanında bayağı bir dans ettik. Oryantalde çaldı biraz da revival. İyiydi. Herhalde iki gibi anca otele vardık ve yorgun kendimizi yatağa attık.
Sabah dokuza kadar uyuduk yine acele etmeden kahvaltı ettik ve valizleri hazırladık,odamızı terk ettik. Valizleri resepsiyona bırakıp Cağaloğlu Hamamı'na yürüdük.Saat 11'i çeyrek geçe ben kadınlar kısmına, eşim erkekler kısmına adımını atmıştı. Ben hayatımda ilk defa Çemberlitaş Hamamı'na gitmiştim ve bayılmıştım. Kendi kendime niye bunca zaman Istanbul'da hamam keyfi yapmadığıma kızmıştım. Bir daha kısmet olmadı ta bugüne kadar.
Kendimi o büyülü ortama bıraktım ve tabiki fotoğraf çekmedim.Haliyle hamama peştemal dışında başka birşeyle giremiyorsunuz. Göbek taşına şöyle bir uzandım ve kendimi bıraktım. Benden ve kese yapan kadınlardan başka Türk yoktu. Yazık turist kadınlardan ilk defa gelenler mayolu idiler ama daha tecrübeliler hemen davranışlarından ve rahatlıklarından belli oluyordu.
Ahh o kadar iyi geldi ki. Bir süre deyimi ile kir kabarttıktan sonra tatlı bir hanım beni bir güzel keseledi sonra da saçlarımı yıkadı ve taradı. Üstümden bol bol su döktü. Arınmış bir halde,gözeneklerim tam açık tekrar göbektaşının o ılık mermerine uzandım. Arada gözlerimi kapayıp,arada kubbenin deliklerinde sızan güneş ışığına bakarak öyle bir kırk dakika uzanıp kalmışım. Şırıl şırıl su ve o sıcak huzurlu ortam içinde insan hem kendine dönebiliyor hem de çok iyi kafa dinliyor. Yalnız olmamım etkisi de çok büyüktü tabii. Arada kalkıp serin su dökünüyor sonra yine uzanıyordum.Eşime iki saatı geçirmeyeceğime söz vermesem valla daha kalırdım.
Uçmuş vaziyette dışarı avluya çıktım. Eşiniz çıkmadı dediler bende bir okkalı kahve söyledim beklerken. Meğer çıkmış dışarıda güneşte oturuyormuş! Ben kahvemi bitirince otele döndük. Ikimizde pek keyifliydik. Valizleri aldık bir taksiye atladık doğru KuruÇeşme'ye indik. Ortaköy'e gelmeden trafik tıkanınca bizi tepeden indirdi. Ben orada taksi şöförüne kanıp sanki Kuruçeşme pek yakınmış gibi Ortaköy'e yaklaşınca inelim,yürürüz dedim. Şöför de beni destekledi ve inmiş bulunduk. Ama restoran Galatasaray adasının karşısı ve ben ilk defa gittiğim için tam mesafe ayarı yapamadım. Mecbur yürüdük!! Git git bitmez.Aslında yol çok değil ama valizler ile daha zor oldu.Ortaköy sonrası hemen yol açıldı. Hadi ben' tekrar taksiye binelim' diyorum, eşim 'senin aklına uyup indik. yürü bakalım çek cezanı' diyor. Ben önde o arkada trolley'leri çeke çeke yürüdük:). Sonunda parka ulaştık ve sevgili Atatürk'ün yatını gördük.
Ardından restorana vardık. Valizleri bırakıp hemen deniz kenarında bir masaya yerleştik.Saat üç olduğu için restoran boştu ve kendi kendimize çok keyifli bir yemek yedik. Boğaz tabii hareketli idi. Geçen bir sürü mavna,tekne,şilep ve boğaz gezi vapurunun yanısıra bize martılar ve deniz ördekleri eşlik ettiler.Restoran deniz üstünde tabii hepsi dibimizde. Ben yine bu bölgedeki Parkfora ve Mavi Yeşil balık restoranlarında da yemek yedim. Ama Marina Restoran'ı çok beğendim. Diğerleri çok daha büyük ve denizin dibi olmalarına rağmen yapı itibarı ile denizden çok daha uzak gibiler.
Beyaz peynir,hamsi,sarma,zeytin ve enginar dışında meze istemedik. Soğuk bira eşliğinde onları yerken balığımız pişti. Laos önerdiler. İki kiloya yakın balığımızı ızgara yaptırdık. Salata bile almadan doya doya balık yedik. Süperdi.
Bu son Türkiye yemeğimi özlediğim kaymaklı ayva tatlısı ile noktaladım. Sonra yavaş yavaş havaalanına gittik trafikte yoktu. Biraz erken varınca bari özlediğimiz Starbucks kahvesini içelim dedik ve birer cheesecake patlattık. Orada keyif yapıp gazetelerimizi okuduk. Sonra da uçağımıza binip evimize döndük. Bu kısa gezi de böyle son buldu ama tadı damağımızda kaldı. Bir süre idare eder bizi.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)